Aşırı Duygusallık Hastalığı Nedir ?

Simge

New member
Aşırı Duygusallık Hastalığı Nedir? Küresel Bir Duygu Salgını mı, Yerel Bir Yorgunluk mu?

Selam forumdaşlar.

Son zamanlarda çevremde çok sık duyuyorum: “Ben çok duygusalım, aşırı duygusallık hastalığım var galiba.” Kimisi bir filmde ağlayınca söylüyor, kimisi bir mesaj alınmadığında içi burkulduğunda. Ama bu kadar basit mi? “Aşırı duygusallık” dediğimiz şey gerçekten bir hastalık mı, yoksa modern dünyanın insan ruhuna fazla dar gelen temposuna verilen doğal bir tepki mi? Bu başlıkta hem küresel hem yerel ölçekte bu meseleyi konuşmak istiyorum. Çünkü duygular, tıpkı dil gibi, kültüre göre değişiyor.

Ve belki de “hastalık” dediğimiz şey, aslında başka bir toplumda bir erdemdir.

Duygusallık: Evrensel Bir İnsan Özelliği, Ama Kültürel Bir Kalıp

Duygusallık, insana özgü bir yeti; ama “aşırılığı” kültürden kültüre değişiyor.

Batı psikolojisinde “emotional dysregulation” yani duygu düzenleme bozukluğu bir klinik kavram. Kişi, duygularını tanımlamakta, sınırlandırmakta ya da yönetmekte zorlanıyorsa bu bir “hastalık” kategorisine alınabiliyor.

Ama Doğu kültürlerinde, özellikle Asya’da ve Orta Doğu’da, duygular bastırılması değil, paylaşılması gereken bir gerçeklik olarak görülür. Japonya’da “amae” diye bir kavram vardır: Birine bağımlı olarak duygusal yakınlık kurmak. Batı bunu “zayıflık” sayarken, Japon kültürü bunu sosyal bağın doğal parçası olarak kabul eder.

O hâlde, “aşırı duygusallık hastalığı” ifadesi aslında küresel ölçekte tıbbileştirilmiş bir kültürel farkın sonucu olabilir. Duygulara fazla yer veren toplumlarda bu bir “yakınlık göstergesi”, duygularını gizleyen toplumlarda ise “zayıflık belirtisi” sayılıyor.

Küresel Perspektif: Duyguların Ticarileşmesi ve Duygu Yorgunluğu

Dünya genelinde modern kapitalizm duyguları da tüketime dahil etti. “Empati eğitimi”, “pozitif enerji semineri”, “mindfulness kampları”… Duygular bile artık ekonomik ürün.

Bu kültürel küreselleşme, duygusallığın doğasını değiştirdi. İnsan artık hissetmekten değil, nasıl hissetmesi gerektiğinden endişe eder hâle geldi. Sosyal medyada aşırı empati, aşırı tepki, aşırı paylaşım bir “duygu performansına” dönüştü.

Bu yüzden “aşırı duygusallık hastalığı” bir klinik bozukluktan çok, modern çağın yan etkisi gibi okunabilir.

Her şey hızlı, her şey anlık, her şey görünür olunca, duygular da fazla yüklenip çabuk patlıyor. Bizler artık hissetmeyi değil, hissedilmeyi istiyoruz.

Ve bu, global ölçekte bir yorgunluk yaratıyor: “Duygusal tükenmişlik sendromu.”

Yerel Perspektif: Anadolu Duygusallığı, Gurur ve Suskunluk Arasında

Türkiye özelinde “aşırı duygusallık” biraz da duygu ile gururun çatışması.

Bir yandan “insan insanın yurdudur” deriz; dayanışmayı, fedakârlığı, sevecenliği överiz. Diğer yandan “çok duygusalsın” dediğimizde, sanki bir kusur belirtiriz.

Erkeklerde duygusallık hâlâ zayıflıkla eşanlamlı görülüyor. Bir erkek ağlarsa “duygusal” değil “kırılgan” olur. Kadınlarda ise aşırı duygusallık “abartı”, “dramatik”, “mantıksız” gibi etiketlerle bastırılıyor.

Yani duygular, hem cinsiyetle hem de kültürle sınırlandırılıyor.

Bir Anadolu insanı için duygusallık çoğu zaman “içte yaşanır.” Duygusunu belli etmemek, olgunluk ve dirayet sayılır. Ama bu bastırma uzun vadede kaygıya, içe kapanmaya, hatta somatizasyon denilen bedensel yansımaya neden olabilir.

Yani duyguların üstünü örtmek, onları yok etmiyor; sadece yön değiştiriyor.

“Aşırı duygusallık” bazen sadece bastırılmış duyguların geri dönüşüdür.

Kadınların Perspektifi: Duygusal Derinlik, Toplumsal Empati ve Paylaşım Kültürü

Kadınlar duygusal deneyimlere genellikle ilişkisel bir açıdan yaklaşıyor. “Ben böyle hissettim” değil, “Bunu yaşarken çevrem nasıl etkilendi?” sorusuna daha yakınlar. Bu da kadınların duygusallığını bir toplumsal ağın parçası hâline getiriyor.

Bu yüzden birçok kadın, “aşırı duygusalım” dediğinde aslında “fazla duyuyorum, fazla düşünüyorum, fazla bağlıyım” demek istiyor.

Fakat bu “fazlalık”, erkek egemen kültürde çoğu zaman “mantıksızlık” olarak etiketleniyor.

Kadınlar için duygular, yalnızca bireysel değil, kolektif bir hafıza.

Bir kadının bir olaya verdiği tepki bazen sadece kendisiyle ilgili değil; annesiyle, kız kardeşiyle, hatta toplumun geçmiş acılarıyla da ilgilidir.

Bu bağlamda “aşırı duygusallık” bir hastalık değil, bir kültürel taşıyıcılık.

Erkeklerin Perspektifi: Duygulara Mesafeli Bir Akılcılık

Erkeklerde ise genel eğilim, duyguları yönetmek yerine mantıkla kontrol altına almak.

Çünkü toplumsal normlar erkeğe “sağlam durmayı”, “duyguyu değil çözümü konuşmayı” öğretir.

Bir erkek “aşırı duygusalım” dediğinde aslında “artık kendimi kontrol edemiyorum” demek ister.

Bu kontrol arzusu, başarı kültürünün yan ürünüdür. Erkek, başarısızlığını, yorgunluğunu, kaygısını duygusal dille değil, eylem diliyle ifade eder.

Bu yüzden erkekler genellikle duygusallığı hastalık olarak tanımlar. Çünkü duygular, pratik çözüme engel olarak görülür.

Ama ironik biçimde, duygularla yüzleşmeyen erkekler depresyon, öfke ve iletişim sorunlarına daha açık hâle gelir.

Yani bastırmak çözüm değil; sadece gecikmiş bir patlama yaratır.

Küresel–Yerel Kesişim: Duyguların Dilini Yeniden Yazmak

Küresel dünyada “aşırı duygusallık” giderek nörolojik veya psikolojik bir tanıya dönüşüyor. Ama yerel toplumlarda bu hâl, hâlâ “karakter meselesi.”

Batı bunu “duygusal dengesizlik” diye klinikleştiriyor, biz ise “kırılganlık” diye sosyalleştiriyoruz.

Her iki durumda da duyguların politik bir yönü var: Kimin duyguları değerli, kimin duyguları “aşırı”?

Toplumsal cinsiyet, sınıf, kültür ve kuşak farkları bu sorunun cevabını şekillendiriyor.

Bir CEO ağlarsa “insanî liderlik” deniyor; bir temizlik işçisi ağlarsa “zayıf kişilik.”

Bu yüzden “aşırı duygusallık” kavramı, aslında adaletsiz bir etiketleme sistemi.

Tartışmayı Derinleştirecek Sorular

1. Sizce duygusallık gerçekten bir hastalık mı, yoksa kültürün bastırdığı bir insani yön mü?

2. Duygularını açıkça gösteren biri toplumda neden “fazla” olarak görülüyor?

3. Erkeklerin çözüm odaklı, kadınların empati odaklı eğilimleri sizce denge mi, kutuplaşma mı yaratıyor?

4. Farklı ülkelerde duygusallığın anlamı değiştikçe, evrensel bir “normal” duygusal seviye tanımlanabilir mi?

5. Kendi kültürünüzde “duygusal olmak” nasıl algılanıyor – zayıflık mı, insanlık mı?

Sonuç: Duyguların Fazlası Değil, Duyguların Susturulması Hastalık

Belki de “aşırı duygusallık hastalığı” diye bir şey yok.

Asıl hastalık, duyguları ölçüyle yaşamak zorunda hissetmek.

Her kültür, duygulara bir ritim biçer. Ama bazen o ritim, insan kalbinin atışıyla uyuşmaz.

Duygusallık, fazla olmak değil; fazla bastırılmış bir dünyada hissetmeye cesaret etmek.

Şimdi sıra sizde forumdaşlar:

— Siz duygularınızı hangi dilde yaşıyorsunuz, hangi kültürde bastırıyorsunuz?

— “Aşırı duygusallık” sizce hangi noktada rahatsız edici oluyor, hangi noktada bizi insan yapan şey?

— Duyguların kontrolü mü kıymetli, yoksa paylaşımı mı?

Yazın, anlatın, tartışalım. Çünkü duygular konuşuldukça hafifler, saklandıkça hastalanır.